
Gizli Bir Biyolojik ve Kimyasal Savaş Araştırma Birimi...
00:40:25
Bazı Belgeler 2000’li Yıllarda Kamuya Açıldı
Ünite 731’in varlığı, 20. yüzyıl boyunca Japonya’nın en büyük askeri sırlarından biri olarak kaldı. Bu gizlilik hem Japon hükûmetinin hem de savaş sonrası dönemde Soğuk Savaş ekseninde hareket eden Amerikan çıkarlarının bilinçli işbirliğiyle mümkün oldu…
Shirō Ishii, Japonya’nın modern tarihindeki en tartışmalı figürlerinden biridir. Tokyo Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Japon İmparatorluk Ordusu’na katılmış ve hızla yükselmiştir. Özellikle mikroorganizmalar ve bulaşıcı hastalıklar üzerine çalışmaları sayesinde askeri bürokraside dikkat çekmiştir. 1932 yılında biyolojik savaşın gelecekteki savaşların kaderini belirleyeceğini öne sürerek İmparatorluk Ordusu‘na bir teklif sunmuştur: Japonya’nın, potansiyel düşmanlarını biyolojik silahlarla etkisiz hale getirebilecek kapasitede bir araştırma programına ihtiyacı vardır. Bu teklif kabul edilmiş, böylece Ünite 731’in temelleri atılmıştır.
Ünite 731 adı, Japon İmparatorluk Ordusu’nun Kwantung Ordusu‘na bağlı gizli bir biyolojik ve kimyasal savaş araştırma biriminin lojistik ve idari şifrelemesinden kaynaklanır. Bu tür sayısal kodlar, hem faaliyetlerin gizlenmesi hem de kamuoyundan ve düşman istihbaratından saklanması amacıyla kullanılıyordu.
İsmin arka planı:
Ünite (部隊, butai), Japon ordusunda askeri birlikleri tanımlamak için kullanılan standart bir terimdir.
731 sayısı ise, tesadüfi değildir ama içerdiği sayıların özel bir anlamı olduğu düşünülmez. Bu tip numaralandırmalar, o dönemde Japon ordusu tarafından farklı araştırma ve üretim birimlerine veriliyordu (örneğin: Ünite 100, Ünite 1855 gibi başka alt birimler de vardı).
Bu rakamların sıradan görünmesi, birimin ne yaptığına dair en küçük bir ipucu vermeyecek şekilde seçilmişti. Gizlilik amacı taşıyan kamuflaj adlandırma tekniği uygulanmıştı.
Diğer benzer örnekler:
Ünite 100: Mandşurya’da hayvanlar üzerinde deneyler yapan başka bir gizli biyolojik silah araştırma birimiydi.
Ünite 1644 ve 1855: Çin’de farklı şehirlerde konuşlanmış ve benzer işlevler üstlenmiş diğer biyolojik araştırma birimleriydi.
Yani Ünite 731, birimin konumunu veya işlevini açık etmeyen, sıradan bir idari numara gibi görünen ama arkasında insanlık dışı uygulamaları barındıran sistematik bir gizleme yönteminin parçasıydı.
1936’da Çin’in kuzeydoğusunda, o dönem Japonya’nın kukla devleti olan Mançukuo sınırları içinde yer alan Harbin’in yakınlarında Pingfang adlı bir bölgede kurulan Ünite 731, görünüşte su arıtımı ve epidemiyoloji araştırmaları yapan bir sağlık birimiydi. Ancak gerçekte, burada insan deneyleri, biyolojik silah testleri ve işkence yöntemleri geliştirilmekteydi. Ishii’nin yönetimindeki bu birimde, çoğu sivil olan Çinli, Koreli, Sovyet, Moğol ve hatta bazı Batılı mahkumlar “maruta" yani “odun" olarak kodlanmış, deneylerde kobay olarak kullanılmıştır.
Ünite 731’in faaliyetleri arasında bulaşıcı hastalıkların neden olduğu organ hasarlarının gözlemlenmesi için yapılan canlı viviseksiyonlar (canlı otopsiler), donma testleri, gaz deneyleri, yüksek basınç altında ölüm çalışmaları ve zorla bulaşıcı hastalık verilerek insanların ne kadar süre yaşayabileceğinin test edilmesi yer almaktaydı. Kolera, veba, tifo, antraks, şarbon gibi hastalık etkenleri doğrudan insanların vücutlarına enjekte ediliyor ya da su ve gıda yoluyla yayılması sağlanıyordu. Ishii, hastalıkların yayılmasını savaş stratejisine entegre etmek amacıyla porselen bombalar ve pire taşıyan seramik kapsüller de geliştirmiştir. 1940’ta Çin’in bazı bölgelerine bu kapsüllerle pire salınarak veba salgınları çıkarılmıştır. Bu saldırılar binlerce sivilin ölümüne yol açmıştır.
Savaşın sonunda, Japonya teslim olduktan sonra ABD, Ünite 731’in faaliyetlerinden haberdar olmuş ve elde edilen bilgilerin Soğuk Savaş’ta Sovyetlere kaptırılmaması için Ishii ile bir anlaşma yapmıştır. Amerikan istihbarat servisleri, Ishii ve ekibinin yargılanmasını engellemiş; karşılığında biyolojik savaşta kullanılabilecek bütün verileri teslim etmelerini istemiştir. Böylece Ishii, Nürnberg ya da Tokyo savaş suçları mahkemelerinde asla yargılanmamış, hatta birçok yardımcısı savaştan sonra Japonya’da akademik ya da bürokratik kariyerlerine devam etmiştir.
Shirō Ishii’nin savaş sonrası hayatı görece sessiz geçmiştir. Japonya’da gizli bir şekilde yaşamış, bazı kaynaklara göre ABD tarafından başka araştırmalarda da danışman olarak kullanılmıştır. 1959 yılında Tokyo’da, çoğu araştırmacı ve tarihçinin gözünde cezalandırılmamış bir savaş suçlusu olarak ölmüştür.
Shirō Ishii ve Ünite 731’in faaliyetleri, insanlık tarihi açısından Josef Mengele’nin Auschwitz’teki faaliyetleriyle aynı düzlemde değerlendirilir. Ancak Ishii, ne Nürnberg’deki gibi kapsamlı bir yargılamayla karşılaştı, ne de kamuoyunda yeterince bilinç oluşturacak şekilde gündeme taşındı. Japonya’da uzun süre tabu olarak kalan bu konu, 1990’lardan sonra bazı tanıkların konuşması ve belgelerin açığa çıkmasıyla daha görünür hâle geldi.
Deneyler sonucu öldürülen insanların sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte, sadece Pingfang’daki ana tesiste en az 3000 kişinin öldüğü tahmin edilmektedir. Çin genelinde biyolojik saldırılar ve saha testleri sonucunda bu sayının on binleri bulabileceği düşünülmektedir.
Savaş sonrası Amerikan yetkilileri, Japonya’da Nazilerin aksine geniş çaplı savaş suçları yargılamasına gitmek yerine Japon toplumunu hızla “müttefikleştirme" politikasını benimsedi. Bu bağlamda, Japonya’nın savaş sırasındaki suçları daha az gündeme taşınmış; özellikle biyolojik savaş programı ABD için stratejik bir bilgi kaynağı olarak değerlendirilmiştir. Ishii’nin ve diğer Ünite 731 doktorlarının bu bilgi karşılığında korunmaları, uluslararası hukuk açısından etik olmayan bir örnek teşkil etmiştir.
Tıp ve biyoloji tarihinde, bu deneylerin hiçbir bilimsel etik kurala bağlı olmadan yapıldığı ve elde edilen sonuçların çoğunun bilimsel olarak güvenilir olmadığı vurgulanır. Örneğin, insanların maruz bırakıldığı hastalıkların kontrolsüz, standardize edilmemiş ve tekrarlanabilir veriler üretmeyen bir şekilde yürütülmesi, bu çalışmaların bilimsel geçerliliğini zayıflatmıştır. Ayrıca uygulanan yöntemler öylesine insanlık dışıdır ki, bunların tekrar edilmesi ya da doğrulanması etik olarak mümkün değildir.
Ancak bu deneyler tıbbi etik tarihinde önemli bir kırılma noktası oluşturmuştur. Ünite 731’in varlığı, 1947’de imzalanan ve modern tıbbi araştırmalarda etik sınırları belirleyen Nürnberg Tıp Kodu gibi belgelerin önemini daha da vurgulamıştır. İnsanlar üzerinde yapılacak deneylerin gönüllülük esasına dayanması, bilgilendirilmiş onam alınması ve gereksiz acının önlenmesi gibi kuralların uluslararası düzeyde kabul görmesi, bu tür tarihsel vahşetlerin tekrar etmesini önlemeyi amaçlamaktadır.
Japonya’da Ünite 731 konusundaki yüzleşme ise çok daha geç gerçekleşmiştir. 1990’ların sonlarında bazı eski görevliler yaşlanınca konuşmaya başlamış, aralarında Yoichi Shimatsu ve Haruo Tsuji gibi isimlerin itirafları basına yansımıştır. Bazı belgeler 2000’li yıllarda kamuya açılmış; Tokyo Bölge Mahkemesi, 2002 yılında Japonya’nın Çin’de biyolojik silahlar kullandığını kabul eden ilk mahkeme kararı vermiştir. Ancak Japon devleti bu konuda herhangi bir resmî özür ya da tazminat ödememiştir.
Çin’de ise Ünite 731, savaş suçlarının sembollerinden biridir. Harbin’deki eski tesis bugün müze hâline getirilmiş ve halka açılmıştır. Burada deneylerde kullanılan tıbbi ekipmanlar, patlayıcılar, mikrobiyolojik deney kapları ve hatta kurbanlara ait kalıntılar sergilenmektedir. Müze aynı zamanda, biyolojik savaşın insanlık üzerindeki etkilerini anlamaya yönelik bir araştırma merkezine de ev sahipliği yapmaktadır.
Shirō Ishii‘nin şahsi dosyası ise pek çok yönüyle hâlâ tartışmalıdır. Kimilerine göre, bir savaş suçlusudur; kimilerine göre ise savaş sonrası dönemde stratejik çıkarlar uğruna korunan bir bilim insanıdır. Ancak etik açıdan değerlendirme yapıldığında, onun tıbbi deneyler tarihindeki yeri, bilimin etik dışı kullanımı açısından en karanlık örneklerden biri olmaya devam etmektedir.